"Hikaye yazmak bana kaldı"
Önce İstanbulspor'da gösterdiği performansla dikkatleri üzerine çekti. Ardından Gazişehir Futbol Kulübü ve Bursaspor'u çalıştırdı. Gazişehir'den ayrılırken takımın sadece bir yenilgisi vardı. Bursaspor ile yollarını ayırdığında ise takım lig ikincisiydi... Deneyimli teknik adam, şimdilerde TFF 1. Lig ekibi Altay'ın başında ve çıktığı 6 maçta yenilgi yaşamadı. Koşukavak'ın oyun felsefesi büyük kulüplerin de dikkatinden kaçmadı ve Fenerbahçe, Altay ile masaya oturdu. Ancak şimdilik bu meseleyi sezon sonuna bıraktılar...
47 yaşındaki teknik adam futbola dair fikirleriyle dikkat çekiyor. Zaman zaman pragmatist davranmak zorunda kalsa da uzun vadede oyuna dair fikir üretmekten yana... Biz de buradan yola çıkarak kendisiyle hem bu fikirlerini ve hem de genel futbol şablonunu konuştuk. Kağıt üzerinde uzun ama bir çırpıda okuyacağınız keyifli bir söyleşi oldu.
Hocam İstanbulspor sakin bir camiaydı ve bir felsefe oluşturma imkanınız vardı. Sonra Gaziantep kısa sürdü, oraya bir şey diyemiyoruz, ardından Bursaspor bu sefer İstanbul'un tersi yüksek baskısı olan zor bir camia ayrıca ekonomik krizde yaşıyorlardı. Şimdi yeniden belki de 'yuvanız' diyebileceğimiz Altay... Büyük ama ayakları daha yere basan bir camia... Tüm bunları düşününce Yalçın Koşukavak nasıl bir teknik adamdı, neleri doğru yaptı, nelerden ders çıkardı?
İstanbulspor dönemi...
"İstanbulspor'da kulübün şartları doğrultusunda basın, taraftar vs. azdı. Bu yüzden orada başka bir antrenörlük gerekiyordu. Kulübün de yapısı doğrultusunda bir plan vardı ve o plan başarılı oldu. İsim olarak bilinir olmaya başladıktan sonra beni daha hedefli takımlar istedi. Beklentileri şampiyonluk olan takımlar... Ardından Gazişehir'e gittim."
"Her kulüpte aynı tarz antrenörlük yapamazsınız"
"Şehrin tek takımıydı. 3 yıllık uzun vadeli bir kontrat imzalamıştım. İki tarafın da birbirinden beklentisi takımın Süper Lig'e çıkması arkadan da hem fiziki tesisleşme anlamında yapılanıp hem de genç kadrolar oluşturup, uzun vadede bir proje takımı oluşturabilir miyiz diye düşünüyorduk. Başkan Adil Konukoğlu da bana güveniyordu. Kendi resmi sitelerinde de bir açıklama yapmışlardı '14 yıldır ilk defa ilk 8 haftada bu kadar iyi giriş yaptık' diye. Ancak orada birkaç oyuncunun oyunu kabullenememe ve oyuna karşı pasif direnişleriyle karşılaştım. Takım da 3. sıradaydı ama yapıda sıkıntılar gördüğümden dolayı başkana çok defa talepte bulundum, 'gideyim' diye. 'İşleyiş biraz farklı, 3 yıllık kontrat ve planlar dahilinde haraket edemeyeceğiz' dediğimde orada kalmamı istemişti. Ama ben de aidiyet hissederek çalışmayı seviyorum, orayla bütünleşmem gerekiyor, birçok yere dokunmam gerekiyor. Duygusallığımdan dolayı biraz da, ayrılma kararı aldım. Başkan da ısrarlarıma dayanamayınca dostane bir şekilde ayrıldık. Orası bana bir deneyim kazandırdı. Basını tanıdım. Antrenmana kamera gelmesi, sorular, sorulara cevaplar, beklentiler, ekonomik olarak güçlü kulüpte bulunma, farklı oyuncu yapısı ile çalışma gibi şeyler. Bana 'Orası İstanbul'a benzemez' demişlerdi ama yanıldıkları şey şuydu; ben Gazişehir'de, İstanbulspor'daki antrenörlüğü yapmadım zaten. Hangi kulüpte nasıl bir antrenörlüjk yapacaksınız bunu analiz etmeniz lazım. Her kulüpte aynı tarz antrenörlük yapamazsınız. Çünkü coğrafi konum, kültürel yapı, takımla şehrin uyumu gibi hassasiyetler var."
"David Moyes, 'Bazı kulüplerde devrim yaparsınız, bazılarında evrim' demişti"
"Bu arada şöyle bir şey düşündüm; herhalde Allah beni yavaş yavaş daha zor camialara ısındırıyor. Bu çünkü benim kararımla olmuyor; ben şu takıma gideyim deyip gitmiyorum. Aşama aşama gidiyoruz. Sonra Bursaspor olunca, bu sebepten dolayı motivasyonum da arttı. Bursa'da tabii şartlar çok namüsaitti ama camia büyük, 5. şampiyon... Kulübün ekonomik anlamda çok büyük problemleri vardı. Bunun yanında bir de ümitsizlik vardı. Bu tür yerlerde bir şeyleri başarmak daha ciddi ses getiriyor. İstanbulspor'da da böyleydi. Zamanında basında yer alan, herkesin hafızasında olan bir takımdı. Oradaki başarı hemen ses getirdi. Aynı şeyi Bursaspor'da da hissettim. Bir kadro yapılanması yaparsam, genç oyuncuları kullanırsam ses getirir, kalıcı bir şeyler olur diye düşündüm. Yani bir nevi kulübü yeniden dizayn etmek... David Moyes, İngiltere'de kursta; 'Bazı kulüplerde devrim yaparsınız, bazı kulüplerde evrim yaparsınsız' demişti. Bursa'da çok da cesaretliydim. Beklentilere cevap verebileceğimi düşünüyordum. Transfer son 2 gün açıldı. Genç oyuncularla iyi oyunlar oynamıştık ama şehrin ve kulübün beklentisi şampiyon olmaktı. Bulundukları yeri kabul etmiyorlardı ve haklılardı. 15. hafta, -3 puanla 2. sıradaydık. Başkan hala anlayamadığım bir sebeple kan değişikliği yapalım dedi. Elimde iskelet kadrom yoktu, tamamıyla ilk defa o ligde oynayacak oyunculardan bir takımım vardı. Performans anlamında kötü bir iş yoktu ortada ama kulüpler bazen böyle kararlar alıyor. Kontrol edemediğiniz şeylere çok mesai ayırmamak lazım. O dakikadan sonra o işi bitirdim kafamda."
"Bütün konsantrasyonum Altay'ı Süper Lig'e çıkarmak üzerine"
"Ben Altay camiasından yetiştim. 9 sene altyapısında, 2 sene profesyonel takımında kaldım. Doğma büyüme İzmirliyim ve Altaylıyım. Bir yandan da Altay çok köklü bir tarihe sahip. 17 yıl en üst ligde olmamasına rağmen en üst ligde en uzun süre oynamış 8. takım. Başkan Özgür Ekmekçioğlu çok emek verdi bu takıma. Genç ve hedefleri var. İnsanların kendi camiasında çalışması biraz zordur çünkü onlardan birisiniz. İşin duygusal tarafı da oluyor. Hem fiziki şartlar hem de kadrolaşma anlamında derin bir yapılanmaya ihtiyacımız var. Bu konuda başkan sağ olsun bize hep yardımcı oluyor. Altay'a genç oyuncu kazandırma açısından kısa-orta-uzun vadeli planlarımız var. Bu doğrultuda çalışıyoruz. Ligde de play-off sınırındayız. Ligler oynandığı zaman, düşük bir ihtimal ama ne olacağını bilemeyiz, futbol bir 'an' oyunu direkt de Süper Lig'e çıkabiliriz. Daha gerçekçi hedefimiz ise play-off. İnşallah Süper Lig'e çıkarız. Bu da Altay tarihine geçer. Bütün konsantrasyonum şu an buna yoğunlaşmış durumda."
Hocam antrenörlük meselesine biraz değinmek istiyorum. Kendi görüşüm, bununla ilgili bir şey söylemek zorunda değilsiniz ama antrenörlük lisanslama sistemi bence adil değil. Futbol oynamış kişilere tanınan ayrıcalık çok fazla. İşleyişe bakınca hiç futbol oynamamış insanların antrenör olma şansları yok. Ancak yurt dışından lisans alacaklar ama bu da bir ekonomi... Siz de eski bir futbolcusunuz ancak 'Bu işi sadece eski futbolcular yapar' diyen biri değilsiniz sanırım...
"Antrenörlük kurslarıyla ilgili benim de bazı düşüncelerim var. Herhalde Avrupa'da böyle bir sistem yok. Herkes başvurabiliyor. Ben de bunun doğru olduğunu düşünüyorum açıkçası. Mesela mülakaat, ön eleme gibi kriterler getirilebilir. Federayon da düşünüyordur belki. Birileri şunu söyleyebilir; 'Ben çok yetenekliyim, çok da iyi antrenörüm ama federasyon bana lisans vermiyor.' Böyle bir yol açılırsa bu da ortadan kalkacak. Ben 12 sene Süper Lig'de ve 1. Lig'de asistanlık yaptım pro-lisansım yoktu. İstanbulspor'u şampiyon yaptım, başvurum olmasına rağmen olmadı. Puanımın yetmediğini söylediler, anlayamamıştım. Bu konuda genç antrenörler yakınıyor. Benim ekibimde de Yağız (Çekem) var mesela. Kendisi mimardı, onu ekibe aldım. Analiz departmanımda en önemli atrenörlerimden bir tanesi. Onunla sosyal medyadan tanıştık, yeteneğine güvendim. Bir şeyler hazırlamasını istedim, onları yapınca potansiyelinin olduğunu düşündüm. Çok mesai harcıyordu. 4 takımdır beraber çalışıyoruz. Sonra Arda (Tekin) diye bir arkadaş aldık ekibe. O da yöneticilik okumuş ama hikayesi ilginç. Yabancı dil öğrenmek için yurt dışına gidiyor. O da futbolla çok alakalı, ilgili, amatör takımda da çalışmış. Marcelo Bielsa'nın 'Gole Giden 11 Yol' kitabını görüyor ama kitap İspanyolca olduğu için okuyamıyor. O da hırs yapıyor ve sırf kitabı okuyabilmek için İspanyolca öğreniyor. Şimdi o da Yağız'la beraber çalışıyor. Atletik Performans antrenörü Ramazan (Varlı) var, 23 yaşında henüz, Marmara mezunu o da çok istekli, yetenekli. Böyle yetenekli insanların önünü açmak gerektiğine inanıyorum."
"Oynamak başka, oynatmak başka; öğrenmek başka, öğretmek başka..."
"Oynamak başka, oynatmak başka; öğrenmek başka, öğretmek başka şeyler. Çok iyi bir öğrencisinizdir ama bu çok iyi öğretmen olacağınız anlamına gelmez. Antrenörlük biraz yetenek, biraz aşk işi. En önemlisi bu işin mesaisi yok. İyi yönlendirmek gerekiyor. Tabii ki futbol oynamanın çok büyük avantajları var. Bir zamanlar çok konuşuluyordu; alaylı mısın, mektepli misin diye. Ben alaylıyım ama o dönem de şöyle demiştim: 'Biz alaylıyız. Onlar okuyarak öğreniyor. Biz de okuyup aradaki farklı biraz kapatabiliriz ama onlar bizden daha handikaplı çünkü geriye dönüp 15 sene futbol oynayamaz.' Bence bu tartışmalara gerek yok. Hep beraber, ülke futboluna katkı sağlayabiliriz. "
"Bence Pep Guardiola savunmacı bir antrenör"
Peki hocam Türk futbolunda antrenörlüğün durumunu -teknik, taktik açıdan- nasıl değerlendirebiliriz?
"Sürekli antrenör değişen ortamda antrenör de kendini korumaya almaya çalışır. Bu içgüdü, oynamaktan uzaklaşıp oyunu kontrol etmeye ve daha çok savunma eğilimli oynamaya neden olur. Maçlar 0-0 bittiği zaman kimse konuşmuyor. Hocalara da söylüyorum, Türkiye'de maç 0-0 biterse, yırtıyorsun... Rakip çok aşağıda ise problem oluyor öteki türlü kimse bir şey demeden evine gidiyor. Böyle olunca şartlar bizi buraya getiriyor. Futbol bir oyun ve 68'e 105 alanda oynanıyor. Oyun olduğunun bilincine varınca, oynamanın daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. Benim de ilk yıllarımda defansif taraflarım baskındı. Tabii ki savunma çok önemli. Ne kadar iyi hücum ederseniz edin, iyi bir savunma planınız yoksa kazanamazsınız zaten. Ama ben savunmayı şöyle yorumluyorum: Hangi bölgede oynayacağım ve oynadığım bölgedeki savunma parçam nedir? Aslında ben de savunmacı bir antrenörüm ama benim planım hücum yapmak ve savunmam da onun hemen arkasında. Tamamıyla ana planın savunma olduğu zaman oyuncu da keyif almıyor, oyun da sıkışıyor. Bir de karşınızda aynı felsefeyle çıkmış bir takım varsa uğraş dur... Zamanla, çok yoğunlaşınca oynamanın bana da oyuncuyu da keyif verdiğini keşfettim. Ama savunma yapmak için de oyuncuyu ikna etmeniz gerekiyor. Örneğin bir set hücumu var; üçüncü bölgede bir alana yerleştiniz ve rakip sizi derin savunma ile sete zorluyor. O topu kaybetme ihtimalimiz var ama sonra ne yapacağız? İşte bu bir savunma parçası.
"Enes Ünal bana: Hocam 'City ile kampa gittim 15 gün savunma çalıştık' dedi"
"Yine bir örnek verelim; birinci bölgede rakip ön alan baskısı yapıyor. Benim topa sahip olan taraf olarak rakibin açtığı hatları delip hücum etmem gerekiyor. Peki topu kaybedersem ne yapacağım? Bu da bir savunma parçası. Mesela bekleri konumlamdırmam, merkez orta sahadan birini tutmam, top kaybettiğimde rakibe nasıl yakalanırım; 5'e 3 mü, 4'e 3' mü, bu yakalandığım anda hızlı bir şekilde 'golden zone'u (kalenin tam önündeki alana verilen isim) kapatabilir miyim? Yani bunları düşününce ben de savunmacı oluyorum aslında... Bir gün Enes Ünal'la sohbet ediyoruz, Twente'ye gitmeden önce İstanbulspor'da 1 hafta antrenman yapmıştı. Dedim ki, 'Bence Pep Guardiola savunmacı bir antrenör', Enes de 'Gerçekten böyle mi düşünüyorsun hocam?' dedi, 'Evet' dedim. Enes de şu cevabı verdi: 'Hocam ben City ile Çin kampına gittim. 15 gün savunma çalıştık.' Yani savunma diyoruz ama savunmadan ne anlıyoruz? Biz genelde kalenin önüne otobüs çekmeyi anlıyoruz. Sahanın her tarafında savunma yapabilirsiniz. Ön alan baskısı ya da topu hücumda kaybettiğinizde gösterdiğiniz reaksiyon da bir savunma hamlesidir. Bir de dizilişler var. Ülkede en çok kullanılan diziliş 4-2-3-1. Son dönemlerde 4-3-3 ve belki zaman zaman skora ihtiyaç varsa 4-4-2 oynuyoruz. Aslında daha çok felsefe ile ilgilenmemiz gerekiyor. Evet, diziliş bir avantaj sağlar; rakip eşleşmeleri bozar ama takıma enjekte ettiğiniz felsefe ile alakalıdır. Yani biz geçiş hücumu mu oynayacağız yoksa topa sahip olup planlı bir hücum mu yapacağız? Ben de dahil ülke olarak taktiksel anlamda gelişmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kendimi de bu işin içine katıyorum. Avrupa standartlarına göre taktiksel anlamda yetersizliklerimiz olduğunu söyleyebilirim."
"Sonuçta performans antrenörüsünüz ve tabela ile sorgulanıyorsunuz"
Sizin takımlarınız, oynadıkları liglere bakınca 'bam-güm' oynayan rakiplerine nazaran daha pasa dayalı, topa sahip olan, oyunun gidişatına göre kontra/set planları deneyen takımlar... Başarılı, başarısız olabilirsiniz bunlar performansa bağlı şeyler ancak sizin bir futbol felsefeniz olduğunu gözlemliyoruz. Bunu bize nasıl anlatırsınız? Yalçın Koşukavak'ın futbol felsefesi nedir?
"Öncelikle oyuncu kadrosu çok önemli. Antrenör de bazı şeylerin derinliklerini bilmeli ve oyuncuları ona göre kullanmalı. İstanbulspor'da 2. Lig'de 71 puan aldığımızda oyunu, tamamen hızlı hücumlar üzerine kurgulanmış bir takımım vardı. İkinci oldum. İkinci sezon 68 puanla şampiyon oldum, o zaman da set hücumum vardı. Topa sahip olarak, birinci bölgeden pasla çıkarak... Ama bu bir plandı. İstanbulspor alt ligden geldiğinden dolayı ilk sene iddialı olmayacağımız için herkesin bize hücum edeceğini düşündüm. 'Beni ciddiye almazlar ben de hızlı hücumlarla maç kazanabilirim' diye düşünmüştüm. Öyle de oldu ama Ümraniye çok ciddi bir performans gösterince ben 71 puan toplamama rağmen onlar 74 puanla şampiyon oldu. O dönemde de Guardiola, Bayern'deydi ve Avrupa'da en az gol yiyen iki takım 20 golle Bayern'le İstanbulspor'du. Ben şöyle düşünüyorum; bir takımın ciddi bir A planı olmalı. Yıllar önce Marcelo Bielsa, Şili'de çalışırken, 'Güçlü bir A planınız varsa B planına ihtiyacınız olmaz' demişti. Bugün sorsalar farklı bir cevap verir. Ülkede oynanan futbol da etken... Evet topa sahip olarak oynayacağız, alanları doğru kullanacağız, hareketli olacağız, futbol bir 'an' oyunu ve o anları iyi yakalayıp doğaçlama yapacağız. Peki bu yeterli oluyor mu? Olmuyor. Öyle bir rakibe denk geliyorsunuz ki bir hafta; sert, oyuncu kadrosu iyi ve pratikleri var, bazı şeyleri sorun yaratabiliyor. O zaman tamamen pragramatik yaklaşıp, skor odaklı oynuyorsunuz."
"Zaman zaman A planından uzaklaşıyor, oyunu erteliyorum. Ama bu da 18'in üstüne otobüsü çekmek değil. Küçük planlar yapıyorum. Rakibi belli bir tarafa yönlendirmek olsun, bir yerde organizasyon yapıp rakibe onu hissettirmeden başka bölgede sıkıştırmak olsun... Bunun yanında ben 4-3-3 dizilişini kullanıyorum. Ama zaman zaman değiştirebiliyorum. Mesela bir Altınordu maçı oynadık ve 60. dakikada 10 kişi kaldık. O maçta birçok diziliş kullandım. Çünkü şartlar öyleydi: 10 kişi kaldım, 1-0 öne geçtim, rakip stoperini santrfora gönderdi, bir santrfor daha aldı, oyun sadece hava trafiğine döndü vs... Maçta skor 0-0'ken 4-3-2'ye döndüm. Çift forvetle gol aradım. Sonra golü bulunca bu sefer 10 kişisiniz biraz tedirginsiniz tabii, bu aşamada 4-4-1'e döndüm, alanları kapatıp maçı son bölüme taşımayı planladım. Son bölümde rakip uzun oynamaya başladı. Ben de ekstra bir stoper aldım ve 5-3-1'e döndüm. Böyle olunca da Altınordu'nun bekleri çok çıkmaya ve top getirmeye başladılar. Bu da beni rahatsız etti. Bu sefer de 5-4-0'a dönüm ve oyun kilitlendi, 1-0 kazandık. Ama tabii olmayabilirdi, gol de yiyebilirdik. Bu şu demek değil; 'Ben dizilişleri değiştiririm, maç kazanırım' ama o anlarda bunları yapmam gerektiğini hissettim çünkü oyunu görüyordum. Dediğim gibi zaman zaman ana plandan uzaklaşıyorum ama bu da parça parça oluyor. Yani top savunmaya geldiği zaman benim takımım rastgele vurmuyor, yine oynamaya çalışıyor. Zaten Türkiye'de yetenekli oyunculardan kurulu takımlar top sizde olduğu zaman sıkıntı yaşıyorlar. Çünkü onlarla savunma yapmak biraz zor iş, konsantrasyon ve oyun karakteri istiyor, psikoloji devreye giriyor. Sürekli topu çeviren bir rakip var ve sürekli koşuyorsunuz. Ne zaman, nereye kadar? İlla ki birisi duruyor ve alan veriyor, oradan da topu oyuna dahil ediyorsunuz. Sonuçta performans antrenörüsünüz ve ülkede tabela ile sorgulanıyorsunuz. Zaman zaman ana oyundan vazgeçmek zorunda kalıyoruz, mecburuz."
"Türkiye'deki gollerin çoğu hızlı hücumlarla atılıyor"
Bir röportajınızda "Tabela tam bir canavar! Kazandınız mı, kaybettiniz mi? sorgulanıyorsunuz, kolay değil. İnsanlar sadece buna bakıyor." demiştiniz. Sizce Türk futbolunun sorunu sadece sonuca odaklanmak mı ve bunu nasıl değiştirebiliriz?
"Bir endüstriyel futbol gerçeği var, kabul etmeliyiz. Bir de tuttuğumuz takımlarla ilgili bütün duyguları çok sınırlarda yaşıyoruz... Çok iyi bir oyun var mesela, Bursa'da yaşadım bunu, maç berabere bitiyor kimse memnun değil. Çok kötü bir oyun var ama skor iyi, herkes memnun. Sonraki haftalar iyi oyun var, takım kazanamıyor bu sefer de iyi oyunu ne yapalım, takım kazansın... Aslında kavram kargaşası var. Bu bir süreç. Bir maç kaybetseniz de iyi oynamak size uzun süreçte kazandırır. Fakat sabretmeyi beceremiyoruz. Temmuz ayında TFF 1. Lig'de sorun bütün başkanlara herkes 'Şampiyon olacağız' diyor. Bir ligde 18 takımın şampiyonluk hedefinin olması... Süper Lig'de bazı takımlar Avrupa'ya gidelim, bazıları ilk 10'da kalalım diyor. Burada ise hiçbir takım diğerini kabul etmiyor, herkesin şampiyon olmayı düşündüğü bir ortam var. Kulüplere gidiyorsunuz yana yana bir şampiyonluk talebi var. Siz de futbol adamı olarak bazı şeyleri görüyorsunuz. Gerçekçi olduğunuz zaman rahatsız edici oluyorsunuz. Şunu söylemenizi istiyorlar; 'Merak etmeyin, şampiyon oluruz' ama bu da hayal satmak oluyor. Şampiyon olabilirsiniz ama bir sürece, yapılanmaya, oyun planına ve bu oyunu oynayacak oyunculara ihtiyaç var. Bir takıma geliyorsunuz bir bakıyorsunuz; beklenti ile eldeki malzeme arasında ciddi farklar var. Dominant oyunu oynayamayacak kadro var. O kadroyu bir transfer döneminde tertemiz hale getirip şampiyon olacak takım haline getirmenizi bekliyorlar. Bu kolay bir şey değil. Bence kadro mühendisliği iyi olmayan takımların en az 2-3 transfer dönemi geçirmeleri gerekiyor. Ama bu sürece de kimse sabretmiyor ve tabela canavar oluyor. Belki çok yeneteklisiniz, hayalleriniz var ama birileri sizi beklemiyor. Sürekli o tabela canavarı ile tehdit ediyor. Siz de duruma göre hareket ediyor, kaybetmeme adına bir kurgu yapıyorsunuz. Bir tane de hızlı çıkıp atarsanız rakibi yenebiliyorsunuz. Bu da defansif bir futbol ortaya çıkarıyor. Ben tüm liglerde çalıştım, Türkiye'deki gollerin çoğu hızlı hücumlarla atılıyor. Set hücumu yapmak kolay değil. Karşınızda yerleşmiş bir savunma var. Hareketlilik lazım, senkronizasyona ihtiyaç var. Aynı anda iletişime ihtiyaç var. Birbirini takip edip, boş alanlara yorum getirme var, hücum etmek zor. Guus Hiddink'in 2002 senesinde Güney Kore Milli Takımı'nı çalıştırırken hazırladığı bir dosyasına ulaşmıştım. Hiddink şöyle diyordu: 'Atletik tarafla çok ilgilenen antrenörün kolaycı olduğunu düşünüyorum.' Çünkü oynatmak biraz daha mesai isteyen, detaylı bir şey."
"Çalıştığınız şeyin sahada uygulanması çok keyif veriyor"
Hocam ben sizi ciddi bir 'antrenman' hocası olarak görüyorum. Yani antrenmanlara çok önem veren, taktik çalışmalara dikkat eden bir hoca imajınız var. Bu doğru mu? Antrenmanların, özellikle taktik çalışmaların modern futboldaki önemi nedir?
"Ben taktik antrenman yaparken zaman zaman parça antrenmanlar yapıyorum. Oyuncuları mevkilerine göre ayırıyorum. O mevkilerde maçta karşılaşacakları senaryoları çalışıyoruz. Ne zaman aksiyona girecek, topu aldığı zaman ondan istediklerimiz neler, iç koridoru mu kullanacak, genişlik mi verecek hücumda... Bireysel olarak böyle antrenmanlar planlıyorum. Savunmacılara ayrı, orta sahalara ayrı gibi. Sonra da grup parça antrenmanı... Mesela bu konuda da teknik adamlar kendi aralarında ayrışıyorlar. Taktik antrenman 11'e 11 mi, 11'e 0 mı, parçadan bütüne mi yoksa bütünden parçaya mı yapılır? Bu soruyla ben çok muhatap oldum. Bu bence antrenörün tarzıyla alakalı. Hepsini yapabilirsiniz aslında. Takımınızın seviyesi ne durumda? Akışkanlığı nasıl sağlıyorsanız o yöntemi kullanırsınız. Ben hepsini kullanıyorum. Bazen hücumcularla sete yerleşmiş sabit mankenlerle, bazen oyuncu sayısını yavaş yavaş artırarak, 5'e 4, 6'ya 5, 7'ye 6. Kolaydan zora gidiyorum. Çünkü önce oyuncu alanı kullanmayı öğrenmeli. Önce manken duruyor, sonra rakip hareket ediyor ve sizin de hareket edip sorunu çözmeniz gerekiyor. Sonra da zaman zaman 11'e 0 antrenmanları, pozisyon antrenmanı olarak kullanıyorum. 11 oyuncu, karşılarında mankenler var: Oyuncuların mesafeleri, takımın boyu ve bir de takıntılı olduğum savunmadan üçgenler kurup çıkmak ve kullanacağım alanları boş bırakmak, bunları çalışıyoruz. Sonra da bunları 11'e 11 oynatarak daha çok hafızada kalsın, pekiştirsin diye uğraşıyoruz. Tabii zorluğu şu; aşağıdan gelen oyuncumuzun antrenman geçmişi zayıf. Ülkede en çok 4'lü savunma kullanılırken, oyuncuyu 3'lü savunmaya soktuğunuz zaman alan geniş olduğu için pozisyon hatası yapıyor. Bir de oyuncu hızlı ve atletikse daha büyük tehlike var! Bam diye çıkıyor, alanı terk ediyor. Zamanlamasını ayarlayamazsa rakip boşalttığı alana topu indiriyor, koşucu oyuncu ile golü buluyor. Bu seviyede oyunculara diziliş öğretmeye çalışıyorum.
"3-4-1-2, 3-5-2, 3-4-3, 3-4-2-1, 3-3-1-3, 4-3-3... Oyuncuları ne kadar çok bu konularla haşır neşir edersek vizyon genişliyor. 3'lü savunmanın kanat beki olmakla, 4'lü savunmanın beki olmak arasında çok ciddi farklar var. Kanat beki 80 metreyi tek başına oynuyor, diğer tarafta iki kişi oynuyorlar. Bu bile aslında çok ciddi farklara neden olur. Ben bunları öğretmeye çalışıyorum çünkü öğretmeyi de seviyorum. Bir şey üzerinde çalışıyorsunuz ve onu oyun içinde gördüğünüz zaman çok hoşunuza gidiyor. Bursa'da 24 pasla gol atmıştım çok ilgi çekmişti. Sonra Altay'la Bursa'ya rakip olduğumuzda da onlara 21 pasla gol attım. Çalıştığınız şeyin sahada uygulanması çok keyif veriyor."
"20 yaşında bir oyuncu artık lig oynamalıdır"
İstanbulspor'daki ilk seneniz ve daha sonraki süreçte Zeki Çelik, Okan Kocuk ve transfer piyasasında da sık sık konuşulan Duhan Aksu gibi isimler 19-20 yaşlarında sizlerle çalıştı. Hocam genç oyuncularla çalışmak bir tercih mi yoksa zorunluluk mudur?
"Şimdi önce genç oyuncuyu tanımlamak lazım. Zeki de Okan da genç değildi... Ben oyuncunun potansiyeli ile ilgilendim her zaman yaşına ya da geldiği takıma bakmam. Bunu zaman zaman kulüplere kabullendirmekte zorlandım. Bazen 3. Lig'den bir oyuncu söylüyorum ama kategorize etmeyi sevdiğimizden dolayı '3. Lig'deki oyuncu TFF 1. Lig'de oynar mı?' deniyor. Antrenörleri de kategorize ediyoruz bu arada; TFF 1. Lig antrenörü, Süper Lig antrenörü... Bu da çok doğru değil. O zaman Klopp da olmamalıydı."
Hocam Guardiola, Barcelona B Takımını çalıştırken, 3. Lig takımıydı, direkt A Takım hocası yaptılar, La Liga'da çalıştı...
"Bizde bu işler daha zor oluyor. Bir kulüp antrenörsüz kalıyor, 'Ya altyapıdaki hocaya bir verelim de bakalım ne oluyor' İyi de 3 günde yapacak bir şeyi yok ki! Allah yardım eder maç kazanırsa da antrenör oluyor. Kazanamazsa olamıyor. Garip bir şey... Şimdi sorumuza gelirsek; Zeki'yi genç milli takımda oynarken atletik açıdan güçlü görmüştüm. Sonra da Bursa'nın kiralık göndereceğini duydum ama satılabilir de denince İstanbulspor'a aldırdım. Okan da benden önce TFF 1. Lig'de Bandırmaspor'da oynamıştı ve küme düşmüştü. Baya da gol yemişti. Transferde böyle kriterler ön planda tabii; kaç gol yedi, kaç gol attı, kaç maç kazandı, kaç şampiyonluğu var gibi sonuç odaklı transferler yapıyoruz. Okan'ın transferi bu açıdan zordu. (Not: O sezon Okan, Bandırmaspor'la 25 maç oynadı, 39 gol yedi. Maç başına yaklaşık 1,5 gol) Onu arayıp 'Seni İstanbulspor'a almak istiyorum' dediğimde onun için büyük bir fırsattı. Çünkü büyük bir travma yaşamışsınız, takımınız küme düşmüş bu kadar gol yemişsiniz. O dönem bonservisi ile alamadık, kiralık olarak geldi. Biz aldık 3 ay sonra A Milli Takıma çağrıldı! Duhan Aksu da Fenerbahçe U21'de zaman zaman oynuyordu. Atletik açıdan iyi görmüştüm. Ayak tekniği iyi, dinamizmi var, bir potansiyel sahibiydi. Biraz üzerinde çalışırsak bir şeyler olur diye düşünüp aldık. Sağ olsunlar bizi mahcup etmediler. Yani ben oyuncunun hangi ligde ya da ne durumda oynadığına değil, geleceğe dair potansiyeline bakıyorum. Hatta mevkisini bile değiştirebilir miyiz diye düşünüyoruz. Çünkü bazen oynadığı mevki o oyuncuya tam oturmayabiliyor, başka mevkide daha iyi oynayabilir diye yaklaşıyorum. Ama bu aşamadan sonra kritik bir noktaya denk geliyoruz: Oyuncunun algılama ve öğrenme eğrisi iyi mi? Onu yakalayınca oyuncu oluyor zaten. Çok yetenekli bir oyuncu yakalıyorsunuz ama öyle şeyler öğrenmiş ki değiştiremiyorsunuz. Aslında değiştirmekten kastınız onu bozmak değil. Onun yeteneklerine farklı şeyler katmak istiyorsunuz ama mevcut halinden uzaklaşamıyor, sadakatle bağlanmış.
"Muhammed Demirci'de çok yaşadım bunu. Ofansif yetenekleri çok iyi olmasına rağmen sürekli kaleden uzak oynuyordu. Orta sahaya yerleşip, pasörlük yapıyordu. Ona bir gün şöyle dedim: "Bunu masterlarda oynayan biri de yapabilir. Sen dribling yapacaksın, şut atacaksın, kalenin oralarda problem çözecek yeteneklerin var. Orta sahada duracak 35 yaşında bir oyuncu alırım, oyun kurar. Pirlo oynamadı mı? Orası için zamanın var." Yani aslında ben bir şey yapmıyorum. Oyuncular kendi yapıyor. Oyuncu öğrenmek istiyorsa, sizden rahatsız olmuyorsa öğreniyor. Ama öğretemediklerim de var. Bir sınıfta 30 öğrenci var; doktor da oradan çıkıyor, hiçbir şey olamayan da... Bizim işimiz de buna benziyor. Ben performans antrenörüyüm. Zeki'yi 20 yaşında aldım. Bu yaşta bir oyuncu benim için performans oyuncusudur, artık lig oynamalıdır. Ha bunlara genç deniyorsa tamam ben genç oyuncu antrenörüyüm. Ama genç oyuncu 14-15-16 ise ben oralarda çalışmadım. Ligde 35 yaşında oyuncular oynayınca, 20 yaşındaki oyuncu genç geliyor bize... Altay'da da genç, yetenekli oyuncular görüyorum ama şimdi kulübün bir beklentisi var. Kullanamıyorsunuz bu oyuncuları çünkü canavar tabela sizi tehdit ediyor! Bir de oyuncuların antrenman geçmişleriyle alakalı çok ciddi bir problem var. Antrenmanlara başladığımızdan bu yana altyapıdan 4-5 oyuncuyu A Takımla oynatıyorum. Yetenek anlamında problem yok. Rondolarda falan oyunu bozmuyorlar. Ama ikili mücadele ve devamlılık anlamında problem var. Aşağıdan zaten taktiksel anlamda, oyun bilgisi anlamında problemli geliyorlar bari atletik açıdan bir tarafları tamir etsek hedefe daha kolay ulaşacağız. Duhan ve Zeki'deki kriter buydu zaten. Onlar anatomik olarak yaşlarının üzerinde bir kas yapısına sahipti ve dayanıklıkları da vardı. O seviyede oynatabilmem için önemli olan oyuncuların güçlü olmalarıydı. Şimdi bakıyorum çok yetenekli oyuncular var ama fiziksel açıdan çok güçsüz. Şampiyonluğa oynayan takımda kullanamıyorsunuz."
Çocuklara da yazık olur...
"Evet. Mesela Ali Akman. Onunla çok konuşuyordum; 'Ali zamanı var. Sabırlı olacaksın' diyordum. Çok akıllı bir çocuk. Olayları anlayabiliyor. Kendisinin de farkında, öz eleştirisini de yapıyor. Onu ikna ediyordum. Taraftar sürekli oynamasını istiyordu. Kupa maçında Bayburt'ta 90+'da bir gol kaçırdı. Sonra sosyal medyada bana gösteriyor; 'Hocam bir sürü hakaret var' diye... Eslem'i Beşiktaş'tan aldığımızda 5 ay oynatmadım. Sürekli 'Ne zaman oynayacağım' diyordu ben de 'Zamanı geldiği zaman' diyordum. Gereken şartlara ulaşmadan oynarlarsa sahada acı çekerler. Bu sefer öz güvenlerini kaybederler ve bu da onları en az 2 sene geriye atar. Öz güveni bir defa kaybettin mi bir daha zor kazanırsın. Oyuncuya fiziksel tahammül göstermek uzun bir süreç. Örneğin bir oyuncuda hipertrofik bir şeyler yapacaksınız, kas çeperini kalınlaştıracaksınız, dayanıklılık geliştireceksiniz. Ama bu antrenman hem zor hem de psikolojik olarak bunu taşımak kolay değil. Bir taraftan da koordinatif yetilerini, tekniğini bozmayacaksınız. Bir kulüp politikanız olması gerekiyor. Mesela Altınordu. Hüseyin Eroğlu benim arkadaşım. Orada ürün çıkmasını isteyen bir mekanizma var ve onun üzerine uğraşıyorlar. Altay şampiyonluğa oynuyor, maç kaybetme riskiniz var. E bu lig çok sıkışık, maç kaybettiğiniz anda sizi aşağıya atar. Oyuncu atletik açıdan hazır olunca zaten oynatıyorsunuz. Birinci öncelik fiziksel yeterlilik."
"Simeone'nin futbolunu her oyuncu oynayamayabilir"
"Türk futbolunun problemlerinden bir tanesi de üretmemek sanırım. Oyuncu da üretmiyoruz, oyuna dair felsefe de üretmiyoruz hele herhangi bir teori ortaya atıp tartışmıyoruz bile. Mesela Atletico Madrid'de Simeone eleştirilse de bir felsefe üretiyor ve tam zıttı durumdaki Liverpool'u mat etmeyi başarıyor. Bu oyunda biz kendimize ait bir üretimi, özellikle düşünce dünyasında üretimi nasıl artırabiliriz? Bu oyuna nasıl bakmalıyız?
Bu bir oyun! 'Oyuna' nasıl bakmalıyız değil mi? Futbol bir oyun. Oyun gibi bakmalıyız. Oynayanın, oynatanın keyif alması gerekiyor. Şimdi şöyle bir şey var; 'Ya Simeone'den keyif almıyoruz' Yani ben de çok keyif almıyorum. Gerçek bu, beni cezbetmiyor ama o da La Liga şampiyonu, Barcelona da... Futbolda bir tane doğru yok. Bunu iddia edersek bu örnek bizi mat eder. Alanları kapatıp oynayan, takım boyu ve kompaktlığa özen gösteren ve antrenman metotlarında da savunmaya özen gösteren, yakaladığı zaman hızlı çıkan bir Simeone gerçeği var."
Arda Turan geçenlerde şöyle bir şey söylemişti: 'Atletico'daki futbol eleştirilse de biz soyunma odasına girdiğimiz zaman tüm yorgunluğumuza rağmen çok keyif almış oluyorduk. Çünkü çalıştığımız şeyleri sahada uyguluyorduk ve bu da bizim oyundan keyif almamız sağlıyordu.'
"Bence oradaki kritik nokta şu: Siz oyuncuyu antrene ederken, o felsefeyi kabul ettirmek için uğraştıktan, oyuncuyu ikna ettikten sonra, bir rakibe karşı oynarken, hele ki zor bir rakipse ve oyun tutuyorsa oyuncu duruma kanalize oluyor ve yaptığı şeyden keyif alıyor. Simeone'nin futbolunu her oyuncu oynayamayabilir. Zor bir oyun çünkü, %60 top rakipte, o psikolojik durum... Oyuncunun mental olarak çok güçlü olması lazım. Öyle bir savunma yapabilmek bize pek uygun değil gibi... Mesela bir futbol seçmesi düşünün altyapılarda. Her gelen 10 numara. Hiçkimse 'Ben savunmacıyım' demiyor. Tabi şu da var; Savunma yapmaktan mı keyif alan oyuncu daha fazladır, özgür oynamaktan keyif alan oyuncu mu daha fazladır? Ama kazanma odaklı da bir şeyleri başarmamız gerektiği için oynamanın yanına savunma koymamız gerekiyor. O zaman oyuncu ikna oluyor; 'Ya hoca beni kısıtlamıyor, oynamama izin veriyor ama bir taraftan da takım savunmasıyla ilgili aksiyonlar söylüyor o zaman bunları da yapmam lazım demek ki.' Nagelsmann'ın dediği gibi yüzde 70'i iletişim. Oyuncuyu ikna etmeniz gerekiyor. Top bizdeyken herkes özgür. Top rakibe geçtiği zaman özgür alanlar var, o alanları kapatmazsak, başımıza bela oluyor. Çok özgür olmak istiyorsanız topu rakibe vermeyin..."
"Teorisiz pratik sağır, pratiksiz teori ise ölüdür"
Hocam işin özünde yatan, siz ne kadar üretirseniz üretin işin bir de oyuncuları ikna etme kısmı var ki bu uygulamaya geçme aşamasında en kritik nokta...
"Ben sayfalarca not yazıyorum. (Burada yüzlerce sayfalık antrenman notlarını gösteriyor). Ne kadar yazarsam yazayım, dünyanın teorisini üreteyim; pratik olmayınca teori ölü! Bir senaryo yazıyorsunuz ama rolleri vereceğiniz oyuncular çok önemli. Bazı oyuncular var Şener Şen gibi her rolü oynuyor. Öyle oyuncular zaten kıymetli. Ölü olan senaryoya can katacak oyunculara ihtiyaç var. Yoksa sabaha kadar yazın, ancak teorisyen olursunuz. Yıllar önce bir hocam şöyle bir söz söylemişti: "Teorisiz pratik sağır, pratiksiz teori ise ölüdür." Bir şey okuyorsunuz ve lezzet alıyorsunuz ama hayata geçirmeye gelince, sorunla karşılaşıyorsunuz. Teori var ama pratik olmazsa bir anlam kazanmaz."
Hocam son dönemde neler okuyorsunuz, neler izliyorsunuz, neleri takip ediyorsunuz? Hep futbol var hayatımızda ama bunun bir de deşarj kısmı olmalı...
"Ben futbolla uğraştıkça deşarj oluyorum, değişik bir yapım var. Oğlumla Netflix'ten bir şeyler izleyelim dedik. Sunderland Til I Die'ı izledim. The English Game'i izledim ama sonra dayanamadım yine eski maçları izlemeye kaçtım. Ya elimde kağıt kalemle dolaşırım ya da telefonumda taktik pad var açıp ona notlar alırım. Öyle dinleniyorum. Dışarıda çocuklarla yemek yerken bile siparişi verdikten sonra ya masadaki şekerlerle kadro yapıyorum ya peçeteyi alıp bir şeyler yazıyorum. Çocuklar da bundan memnun değil ama ruhuma işlemiş... Bazen bir ağacın gölgesine oturuyorum, tamam diyorum şimdi dinlenme zamanı, futbol falan yok; en fazla 5 dakika sürüyor sonra yeniden futbol düşünmeye başlıyorum. Son zamanlarda kitap okumaya da çok vaktim olmadı. Aslında kütüphanede çok kitabım var ama o tabela canavarı yüzünden pragmatist olup maç kazanmayı düşünüyorum, bu da beni kitaplarımdan uzaklaştırdı. Şimdi Arda ile Yağız'a 5-6 tane kitap siparişi verdirttim. Onlar da direkt antrenman kitapları."
"Futbol adamlarının gelişmesine katkım olursa bu beni mutlu eder"
Son sorum da şöyle hocam; Yalçın Koşukavak bir gün emekli olduğu zaman, kariyerine dönüp baktığında nasıl bir futbol adamı olarak hatırlanmak ister?
"Çok güzel bir soru... Herkes şampiyon oluyor. Şampiyon olmak güzel de bir şey. Ama Cruyff'un bir sözü vardır; 'İtibar bir ömür boyu, kazanmaksa gelip geçici, aldatıcı, oyalama olabilir' diye. Ülkemizde ne kadar başarabiliriz bilmiyorum ama oyuna dair Avrupa'daki trendlerin de dışında bir iz bırakabilirsem ve futbolu benim düşündüğüm gibi düşünen genç antrenörler çıkarabilirsem mutlu olurum. Şampiyonluk kıymetli ve güzel ama çok kalıcı olduğunu düşünmüyorum. İnsanın gelişmesine, futbol adamlarının gelişmesine katkım olursa bu beni mutlu eder. Bir de 68'e 105'te, oyun içinde bir şeyler üretmek... Yıllar önce ilk yardımcı antrenörlüğümde, hiç taktiksel dizilişleri bilmeden yazdığım bir notu buldum. O zamanlar 3-5-2, 4-4-2 oynanıyor. Dedim ki 'Bu kuralları kim koyuyor kardeşim! İlla böyle mi oynamamız lazım.' 3-3-3-1 diye bir diziliş yapmışım. Orada da matematiğim şu: TRT'yi izliyorum. Ali Sami Yen Stadı'nda maç var. Sahanın kenarları hep çim, ortası kel, çimler baya bir uçmuş, gitmiş! Demek ki futbol ortadan oynanıyor. Ben de o zaman takımı ortaya yerleştireyim, kanattan gelirlerse zaten kayarız diye düşünmüşüm. Ama ortayı tutarsak rakip gelemez."
Kaynak: TRT SPOR
Facebook Yorumları